Mevlâna daha ilk gün:
- Ey Şemseddin Tebrizî, ey mânâ âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil ama, sadık bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım, oğulların ve kızlarındır, demiş, hizmetine koşmuştu.
Şems, Mevlâna'yı bir kere daha denemek istiyordu. Bir zamanlar Evhadüddin-i Kirmâni'ye yaptığı gibi Mevlâna'ya da şarap getirmesini söylemiş, Mevlâna herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında Şems'in bu arzusuna boyun eğmiş. O zaman Şems:
- Biz seni tecrübe ettik, sen bizim tahminimizin de üstünde bir ermişsin. Meğer sen hiçbir ferdin taşıyamayacağı yükü. kılın titremeden omuzlayabilecek kâmil insanmışsın. Şende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk olamaz.
diyerek şarabı döktürmüş, Mevlâna'ya sarılmıştı. Mevlâna ise birkaç günlük bir sohbetten sonra. Şems'in eşi bulunmaz bir mürşid olduğuna kanaat getirmiş, onda mutlak kemâlin varlığını, cemâlinde Allah nurlarını görmüştü.
Mevlâna'nın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mânâ ile dolmuştu.
O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlariyle sevilen bir hatip, fetvalariyle şer'i müşkülleri halleden bir halk müftüsü olan Mevlâna Celâleddin, şimdi herkesten, herşeyden uzak, Şems'in sohbetiyle donanan aşk sofrasına bağdaş kurmuş, kana kana içiyordu.
- Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişane bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim, kürsüm vardı. Şimdi ise gönül kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni!..
diyordu.
Şems, önce Mevlâna'yı mütalâadan, kitaplarından sıyırmıştı. Derler ki, bir gün medresedeki havuzun başına oturmuş, Mevlâna'nın kitaplarını birer birer suya atmaya başlamıştı. Bu sırada Mevlâna içeri girivermişti. Baktı ki. yıllarca göz nuru döktüğü kitapları birer birer havuza atılmış, havuz mürekkep deryası haline gelmişti. Bu kitapların arasında Belh'ten göçtükleri sırada. Nişapur'da Feriddün-i Attar'ın hediye ettiği "Esrarnâme" adlı eseri de vardı. Şöyle ki: Sulan'ül Ulema Bahaedin Veled, beraberinde henüz çocuk yaşında olan oğlu Mevlâna Celâleddin ve ailesi olduğu halde, Belh'ten göçerlerken Nişapur'da konaklamışlar,burada devrin büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar'la görüşmüşlerdi. Feriddüddin-i Attar. küçük Mevlâna'nın zekâ ve bilgisine hayran olmuş. "Esrarnâme" adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlâna. bu eseri defalarca okumuştu. Şems'in onu da havuzdaki suya atmasına gönlü razı olmadı. Şems bunu hisseder hissetmez, elini havuza daldırmış:
- Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlâna'ya uzatmıştı.
Hayret. Esrarnâme tozuyla duruyordu. Sanki bir havuz dolusu su içinden değil de, kütüphane rafından alınmıştı. Şems:
- Aşk ilmi medresede öğrenilmez, diyor, Mevlâna'yı okumaktan menediyordu. Hattâ babası Baha Veled'in "Maârifini bile okumasına müsaade etmiyordu.
Hele Mevlâna'nın çok sevdiği Mütenebbi Divânı'na kızıyordu.
- Mütenebbî de kim oluyor? O, senin atına seyislik bile edemez! diyordu.
Mevlâna. Şems ne derse onu yapıyor, her hareketinde Şemse uyuyordu. Oğlu Sultan Veled, onun bu halini şöyle tarif eder:
- "Ansızın Şemseddin çıkageldi. O'na ulaştı. Mevlâna'nın gölgesi O'nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona, maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna'ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems'e uydu. Şems maşuk erenlerindendi."
O'nu da o âlemde mâşukluk cihanına davet etmiş, bu cihanda her ikisi de yanıp kavrulmuştu. Onsuz huzur bulamayan, neşesi kaçan Mevlâna, can gözüyle âlemi görmeye başlamış, aylarca başbaşa sohbet etmişlerdi.
Şems, Mevlâna'ya "semâ"nın zevkini tattırmış, O'nu bu yolda irşada başlamıştı. Semâ varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fânilik içinde beka zevki almaktı. Semâ, âşığın gıdasıydı. Zira semâda sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı. Bu vuslatın zevkini alan âşık. artık zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmaktadır. Mesnevi'de "zamandan, zaman kaybından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allah'a mahrem olursun" deniliyordu.
Şems, Mevlâna'yı, semâ etmesi için teşvik ediyor ve diyor ki:
- Semâ ediniz, Hakkı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları ve mânevi halleri çoğalır..
Çok eskiden beri, filozofların, mutasavvıfların, hattâ peygamber ve velilerin semâ ettikleri, semâ'da Hak'kı zikrettikleri biliniyordu.
- Semâ ediniz. Hakk'ı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları da yoktu. Âşık ve maşuk vardı. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir itimatla bağlanır, onun izini izlerdi .Bu yolda bazan, âşıkla, maşukun hangisi olduğu dahi ayırt edilemez, ilâhî irşad karşılıklı olur, bu aşk remizlerle ifade edilirdi. İşte bu ilâhi aşk ve cezbe. Allah sevgisi, Mevlâna'yı da. Şems'i de kendilerinden geçirmişti. Bu cezbeyle semâ ediyorlardı. Feleklerin onlarla beraber her zerrenin güneş etrafında ilâhi bir cezbeyle döndüğü gibi. kendilerinden geçerek semâ ediyor, yalnız Allah'ı zikrediyorlardı. Şems:
- Allah'ın tecellisi. Allah erlerine semâda daha çok vakî olur. Onlar kendi varlık âleminden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır. Hakk'ın likasına ulaştırır,
diyordu.
Semâ esnasında her hareketin bir ilâhî mânâ ve ifadesi vardı. Semâ'da çark atmak, ani dönmek. Allah'ı her yönde görmeyi ve her yönden feyz almayı, ifade eder. Ayak vurmak, nefsini ayaklar altında ezmek ve ona galebe çalmak demekti. Kollan yana açmak, kemâle yöneliştir. Semâda secde, kulluğun ta kendisidir.
Düne kadar, ardına dek açık olan Mevlâna'nın evi. bugün iki can dostun üstüne kapanmış duruyor, arasıra "Hakk" nidaları, "dost!" haykırışları, rebâp ve ney sesleri duyuluyordu.
Şems geleli üç-dört gün olmuştu. Bu üç-dört gün içinde odalarına yalnız Sultan Veled girmiş, yalnız o hizmetlerini görmüştü. İki dost. tek sözle Hak'kın kapısında. Hak'ka yönelmiş sohbet ediyor, bu soh bete kulak misafiri olan Sultan Veled, bazen kendini tutamayarak ağlıyor, inliyordu.
Medresenin küçük odası sanki bir arş evi idi. Bu arş evinin mânâ yükü ağırdı. Kimse bu sohbete dayanamaz, bu mânâyı kavrayamazdı. Bu bir âşk potası idi. yanan, yakılan bir pota...
Bu potada Mevlâna, Şems'Ie birlikte yanıyorlardı.
Şems irşadlarına devam ediyordu.

- Arif o kişidir ki, dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğuna doymaz. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur. 
Şems, mânevi ilimler bahsinde şunları söylüyordu: 
- Mânevi ilim, üç şeyle elde edilir. Zikreden dil, şükreden kalb. sabreden ten. İlimsiz bir vücud. susuz bir şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu, perhizle , ahlâkla, cehid ve gayretle sulandırmalı ve bezemelidir 
Mânevi cömertlik için de diyor ki: 
- Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan da can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. 
Peygamberlerin izzeti peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda, velilerin izzeti ilimde, fakirlerin izzeti kanaatte, zenginlerin izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti de halvettedir. Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. 
Dostluk için de şöyle buyuruyordu: 
- Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur. 
Şems, bir taraftan irşadlarına devam ediyor, diğer taraftan günlerce devam eden riyazatlarla Mevlâna'yı pişiriyordu. Zaten bu gelişmeye hazır olan Mevlâna, Şems'le tanıştıktan sonra Şems'i bile geçmişti. Şems bunun farkındaydı. Mevlâna bir gazelinde şöyle diyordu: 
- Seher çağı. gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay, beni kaptı, gökyüzüne uçuverdi.. Kendime baktım göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can âlemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezelî tecelli sırları, tamamiyle anlaşıldı. 
Yine bir gazelinde Mevlâna, bu değişikliği şu beyitlerle terennüm eder: 
- Âşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum sarhoşum, kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı. Koruktum, üzüm oldum şimdi. Artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki. Halk, "Böyle olmamak gerek" diyor. Böyle değilim ben de, beni, o böyle yaptı. Ve yine: 
- Çöp atlayamazdım. zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat, hangi dağ var ki, senin anısın, onu saman çöpü gibi kapıp gitmesin. Seni övmek gerçekten de adamın kendisini övmesidir. Çünkü, güneşi öven kendini övüyor demektir... 
Bir gün Mevlâna, hane halkına Şems'in büyüklüğünden, onun Allah'a olan yakınlığından ve sayısız kerametlerinden uzun uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, arasıra gidip gönlünü almalarını tenbih eylemişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, Şems'in hücresine giderek elini öpmüş, hizmetinde bulunmuştu. Şems ansızın yapılan bu ziyarete bir mânâ veremeyerek: 
- Veled ne oldu sana böyle? Fazla lûtufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun... 
demişti. Sultan Veled: 
- Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır. 
- Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüzbinlerce benim gibi Şems-i Terbizî, onun büyüklük burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, gayb âlemlerini gördüğüm halde, Mevlâna'ya ulaşamadım. Artık, O'nun hakikatına kim erişebilir?.. 
Şems ve Mevlâna her ikiside büyüklük burcunda birbirlerine hayran, birbirlerini seyrediyorlar, karşılıklı irşad günlerce devam ediyordu. 
Onlar böyle bir hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir dünya için için kaynıyordu. 
Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlâna'nın böyle birden bire ortadan kayboluşu, medreseyi, talebelerini terkedisi, müridlerine yüz çevirişi, önce herkesi şaşırtmıştı. Mevlâna'yı bir müddet kendi haline bırakmışlar, fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre, bunca yıldır hembezm oldukları Mevlâna'nın, Şems gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen bir dervişe uyarak, her şeyden elini eteğini çekişine bir mânâ veremiyorlardı. Mevlâna'ya karşı duydukları aşırı sevgi, onları kıskançlığa sevketmişti: 
- Bu ne haldir? Mevlâna'yı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? 
diyor, hattâ bazen çok ileri gidiyorlardı: 
Şems denen bu derviş geldi. Mevlâna'mızı bizden alıp başka âleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, Mevlâna'yı bunca yıllık müridlerinden soğutsun, onu mütalaadan, kitaplardan ayırsın. Olacak şey mi bu? Büyücü mü bu adam, sihir mi yaptı da bizden ayırdı. Halkı vaazından, talebeyi medresesinden mahrum etti. 

Dr. Mehmet ÖNDER 

 

Oscar Medya